29 Aralık 2022 Perşembe

Ahlak, Vicdan, Adalet

 


Çok kıymetli okuyucu! Öncelikle senin ahlaklı, vicdanlı, adaletli olman benim en ufak umurumda değil, olamazda. Ahlaklı ol, vicdanlı ol, adaletli ol falan filan diye de yazmıyorum ben bunu. Benim bir derdim var, bir sıkıntım var ben buraya onu yazıyorum, anlayana…

Ahlak, vicdan, adalet bunların okulu yok arkadaşlar! A şu kadar okumuş bu kadar okumuş, şu olmuş bu olmuş… vıışş!! Böyle bir dünya yok! Diyecektim ki, tam da öyle bir dünyada olduğumu daha şimdi bu satırları yazarken anladım. Bu şoku atlatmak için bir müddet beklemek zorunda kaldım ve şimdi devam ediyorum. Hani bir laf vardır ya karıncayı bile incitmez diye, merak ediyorum böyle insanlar var mı diye. Ama var biliyorum. Mesela sadece karıncayı incitmeyen ama cümle alemin alayına giden bir dolu insan var. “Çünkü okumuş şu olmuş bu olmuş ondan böyle olmuş” demek, ne kadar ahlaklı?

Hani bir soru vardır ya aşk mı para mı diye, bu soruyu değiştirsek ahlak mı para mı diye sorsak kaç kişi ahlak der? 100 kişiye sorduk ve tebrikler en az yüzde 80 ahlak dedi bravo bravo bravo… Ulan vicdansızlar! “Bu oranda bir ahlak yüzdesiyle mi biz bu hale geldik?” diye sormazlar mı adama? Kimse sormadı, o da söylemedi yar… Napolyon’un bile üç kere art arda dediği parayı elimizin kiri olarak göstererek ahlaklı olduğumuzu ispatlamaya çalışmak vicdana sus çekmekten başka bir şey değil gibi görünüyor buradan ama yine de siz bilirsiniz.

Geçen cuma günü namaz çıkışı, tabi Cuma namazı olunca cami ağzına kadar dolu maşallah, bir yanda camiye yardım toplanıyor diğer yanda çocuk ve yaşlı dilenen insanlar. Peki neden genellikle çocuk ve yaşlılar? Çünkü vicdan! Peki veren kaç kişi? 3 kişi 5 kişi… Vay vicdansızlar birde camiye geliyorlar! Eee ben verdim! Ulan vicdansız insanları çalışmadan para kazanmaya teşvik ettin! Hayda… verende vicdansız vermeyende! E ne oldu şimdi? Cevap: herkes vicdanını rahatlattı!

Vicdan rahatlatmak! Ben çok vicdanlı bir insanım vicdanımı sık sık rahatlatırım. Çok iyi, muhteşem. Hadi gelin vicdan rahatlatalım. Ne yapalım? Şu adam var ya, he evet, işte onu dövelim. Hayırdır ya adam döverek mi vicdan rahatlatacağız. Öyle deme adamın çevresi illallah etmiş herkese eziyet ediyormuş. E iyi madem, ÇAT PAT KÜT GÜM… Oh be iyi oldu kendime geldim! Oğlum adam! Ne olmuş adama? Biraz abartmış olabilir miyiz, ambulans mı çağırsak? Çağır çağır! Ama olaya iyi yönünden bak kardeşim. Ne iyi yönü oğlum adam bayıldı, ya bir şey olursa? Yok be oğlum hem bak dövdük ama hem ambulans çağırdık hem de başında bekliyoruz daha ne yapalım? Ayrıca birkaç gün çevresine de zarar veremez, sevaba girdik oğlum sevaba… Adam öldü! Artık 20 sene dünya bir pislikten kurtuldu diye vicdanınız rahat şekilde yatarsınız dostlar.

İşte size vicdan rahatlatmak! Biz vicdanımızı işte tam olarak bu şekilde rahatlatıyoruz (kandırıyoruz!)! Bir insanın bir insana karşı vicdan rahatlaması aslında tam bir vicdansızlık olabiliyor. İşte burada adalet devreye giriyor. Bunun zaten okulu da var. Okuyunca, iyi bir avukat, hâkim, savcı oluyorsun. Hatta bazı çok adalet okumuş iyi avukatlar var ki hani suçlu bile olsan ceza almadan yırtıyorsunuz öyle iyi adaletli yani. E çok okumuş çok başarılı sonuçta ne bekliyorsun adamı ipten alır valla! Merak ediyorum %100 haklı olduğunu bilen birisi neden avukatı en iyi olsun ister ki? zaten haklı! ya da %100 suçlu birisi neden avukatı çok iyi olsun ister ki sonuçta suçlu?

Sonuç olarak kimse bana ahlaktan, vicdandan ve adaletten bahsetmesin! Okumuş ahlakına sığınarak, herkesin sizden cahil olmasının vicdan rahatlığı ile insanlara haksızlık yapamazsınız! Böylelikle adil olmuş da sayılmazsınız! Zaten olmazsınız! Zira doğru ve yanlışı kendinizin belirlediği ve işinize geldiğinde istediğiniz gibi değiştirdiği dünyada neyin doğru olduğunu vicdanen söylemek imkansızdır! Ancak ve ancak vicdanınızı rahatlatma yöntemleri ile söyleyebilirsiniz! Bunun da ne kadar ahlaklı ve adil olduğuna siz karar verin gençler? Sonuç olarak hayat çok karip…! 


29 Aralık 2021 Çarşamba

KUŞ MİSALİ



Bir kuş misaliydi hayallerim. Bazen yukarlardan uçtu, bazen uzaklardan. Ama hep döndü geldi yine penceremin önüne. Hep izledim ben onu. Uzaklara gittiğinde bile izledim. Her gidişinde gelişini, her uçuşunda dönüşü bekledim. Ya bir gün ben uçacağım ya o bir daha gitmeyecek, uçmayacak dedim. Bazen öyle geldi ki evet bu sefer gitmeyecek, giderse beni de götürecek dedim. Ama hep gitti, beni götürmedi. Olsundu. Beklemek ve izlemek zor değil ya, yine bekleriz yine izleriz. Bu sefer çok bekledim, bazen oldu göremedim, tam umudu kesmiştim ki geldi.  Kondu pencereme, her zamanki yerine. Uzun uzun baktı gözlerime. Ayırmadım gözlerimi; belki anlarda gitmez diye. Ben baktıkça o baktı ve ötmeye başladı. Pencereme tıkladı. Ben ürkmesin diye yavaş yavaş yaklaştım pencereme ama o ürkmedi. Aksine benim kadar heyecanlıydı, benim kadar istekli. Ben pencereyi açar açmaz içeri girdi. Öyle güzel uçtu ki evimde artık benim dedim. Günlerce kaldı evimde. Evimin içinde öyle güzel baktım ki ona her gün daha güzel her gün daha eğlenceliydi. Sonra bir gün her zamanki gibi avucuma kondu. O gün her zamankinden daha güzeldi. Gözlerime bakıp titriyordu. Yine gidecek dedim, yine kalmayacak. Ağzından çıkacak kelimeleri duymamak için gözlerimi kapatıyordum, kulaklarımda hala bir ümit… Zaman durmuş, an’ın içinde kendimle savaşıyordum. Ama bu savaş bitmezdi. Dayanamadım an’dan çıktım ve sağ baş parmağımla dokundum ona. Kendine gelmiş gibi sarsıldı önce, o da dalmıştı. Sonra kıpır kıpır edip çırptı kanatlarını uçtu ve geldi gözlerimin önüne, baktı baktı ve bana, ben artık senin kuşunum dedi. İşte o an dursundu zaman, gün benim günümdü, vursundu davullar, çalsındı zurnalar, uçsundu kuşlar… Gözlerimde mutluluk gözyaşları… Sildim gözyaşlarımı ve tekrar baktım ona. Mutlu değildi. Ne oldu dedim. Ben sözlerimi bitirmedim dedi. Nasıl yani dedim? Derinden bir korku hissettim. Artık seninim demek ne demekti ki sözlerinin bitmesini bekleyeyim. Hayır ne oldu? Hem merak ediyorum hem duymak istemiyorum. Değişik mi değişik bir hal içinde kaldım. Tekrar ettim sorumu, belki de ilk kez sordum; Nasıl yani? Dedim. Eğdi kafasını, o an anladım kötü kötü kelimelerden cümleler duyacağımı. Başlamıştı işkence sözleri, ‘evet, ben artık senin kuşunum ama gitmem gereken başka bir ev var!’ dedi. Bu nasıl benim olmaktı? Evet’ti ama Hayır’dı? Evet aslında hayırdı, biz bilmeyiz ama hayırdı. Canımı yaktı ama evet hayırdı. Zoruma gitti ama evet hayırdı. Her şeyin hayırlısıydı. An geldi ve uçtu gitti…

Artık bir kuşum var benden ötede benden ziyade… Biliyorum bana yine beklemek ve izlemek düşecek. Ama bir şeyi daha biliyorum bu sefer gelmeyecek!... Çünkü o artık benim…

  

31 Mart 2020 Salı

CEHİL-19



Yeni Tip Cehalet Virüsü

CEHİL-19

Akıl, mantık ve vicdan terazisini bozan garip ve iğrenç bir virüsün (CEHİL-19) sosyal medyada hızla yayıldığını görmekteyiz. Bu öyle bir virüs ki, dilinde bilim ama özünde kronik cehaleti olan, akli yardıma muhtaç zavallı insanlarımıza musallat olmakta. Bu virüsün insan üzerinde; gözleri olup görememe, kulakları olup duyamama, dilleri olup doğruyu konuşamama, akılları (sözde) olup kullanamama gibi etkilerle başladığını anlamaktayız. Akli dengeleri tamamen yitirmek suretiyle sadece ve sadece kendinden olanları insan yerine koyup bugün bir olaya verdiği değeri sevmediği birinde gördüğünde değerini değersizleştirecek kadar bencilleştiren bu hastalıkla mücadele için yapılacak tek şey belki de bu hastalığa sahip insanları hiç ama hiç umursamamak olacaktır. Her ne kadar bugüne kadar umursanmadıkları malum olsa da bu umursanmazlıklarına bir de seslerini daha çok çıkartarak tepki verdikleri tespit edilmiştir. Bu durumun halk sağlığına büyük bir etkisi olamamakla birlikte yaşam alanları sadece ve sadece sosyal medya ile sınırlı olduğu için bulaşıcı etkileri yoktur. Sadece can sıkıcı etkilere sahip oldukları bilinmekte olup, sağlıklı insanların canını sıkmayı kendi varlıklarına delalet saydıkları için bu hastalığa yakalananlar ile karşılaştığınızda sinirlerinize hâkim olmanız ve 1 metre mesafeyi korumanız sosyal izolasyon için yeterli olacaktır. Seslerinin çok çıkmasının verdiği rahatsızlığa karşı hakkın sesini haykırmak onları kendi yaşam alanları olan sosyal medyada karantina altında tutacaktır. Sosyal medya topluluğuna girdiğinizde hızlı ve seri şekilde işlerini halletmeniz ve gerçek yaşam alanına en kısa sürede dönmeniz akıl sağlığınız için en uygun yöntemdir.

Gerçek hayatta kalın! 
Gerekmedikçe sosyal medya kullanmayın! 
Hayat gerçek hayata sığar!

Saitcan




16 Ağustos 2019 Cuma

Düşünmenin Güzelliği





Hayatımızı gezen gören ve düşünen yönleriyle ele aldığımızda kendimizle ilgili birçok sonuca varırız öyle değil mi?

Bence öyle! Bu yazının yazarı ben olduğuma göre sana da inanmak düşer haliyle, çok şey etme derim ben; takılma yani rahat ol kendini bana bırak ve okumaya devam et.

Gezmek güzel şey, görmek çok güzel şey, düşünmek ise insan olma şartı olarak efsane bir şey ama bazen çok mu düşünüyoruz acaba diye düşünüyorum; onu da düşünüyorum daha çok düşünmüş oluyorum.

Gezmek, farklı toplumlar tanımak, farklı insanlarla iletişim kurmak, yeni yeşil ve mavi güzellikleri keşfetmek, mimariye ve sanata yeni bir boyut getirmek… Yani genel olarak şükretmek.

Görmek, tarifsiz bir duyu olduğuna eminim. Her duyu ve duygu tarifsiz güzel olmak ile birlikte hepsinde olan ve hayatın renksizliğinden şikâyet eden insanların artışı ile ele alındığında daha da önemli olan çok çok güzel bir şey değil mi? Öyle öyle inan, yazar benim!

Düşünmek, anahtar bir kelime, anahtar bir ifade ve insanlığın kilit noktasıdır desem sen buna da inanmak zorundasın. İşte sana bir anahtar ve bir kilit, şimdi sana bu anahtar ile bu kilidi açmak düşecek, merak etme anahtarın yeri ile kilidin yerini ben sana söyleyeceğim. Sen sadece bekle, dinle, anla ve işle gerisi bende merak etme.

Öncelikle, düşünmezsen yaşayamazsın! Birçok insan düşünmeden yaşamaya çalıştığı için yaşayamıyor! Ayrıca nasıl düşünürsen öyle yaşarsın! Hani şu kalıplar kalıplaşmalar ve kutuplaşmalar var ya bunların hepsi düşünmekten ama kalıplı, kutuplu düşünmekten yani insan gibi düşünmemekten!

Bilmiyorum farkında mısın ama ki bunu okuduğun için artık farkındasın, düşünmek elimizde olan bir şey olmasına rağmen aynı zamanda hayatımızı yönlendirende bir şey. Şimdi sor, bu düşünmek nasıl bir şey? Sen istersen güzel sen istersen çirkin bir şey. Hani zevkler ve renkler farklıdır derler ya, işte bu koca bir yalan! Bunun aslı düşüncelerin farklılığıdır! Yani insan düşündüğü kadar güzel, düşündüğü kadar renkli, düşündüğü kadar tatlı ve düşünebildiği kadar akıllıdır! Kısaca düşündüğün kadarsın…

Gezmek, düşündüğün kadar güzeldir. Gezmeyi sevmeyen insanlar var ve herkes onlara türünün son örneği gibi bakar ya, aslında olay şudur, o insanlar gezmeyi güzel düşünmedikleri için gezmeyi sevmediklerini düşünürler. Yani düşünmek de adamı düşündürür dikkat edelim! Bir adama gezmeyi sevdiremezsin ama gezmek güzeldir diye düşündürebilirsin ve dolaylı yoldan gezmeyi sevdirebilirsin. Hani bir söz vardır ne söylediğinden çok nasıl söylediğin önemlidir diye işte bunun nasılında düşünceye ve düşündürmeye iten bir hitabetin altı çizilmek istenmiştir ama düşünce tembelliğinden ötürü düşündürmeden öğretmeye çalışmışlar. Her şeyin başı su insanın başı düşünmektir. Bunu da düşün…

Görmek, düşündüğün kadar güzeldir. Hani güzellik her gözde farklıdır, hani her gözde başka renk güzeldir, yeşil ve maviyi sevmeyen garip insanlar da vardır ya işte bunlar hep düşünmekten. Farklı düşünmenin bir takım büyük faydaları da var diyebiliriz, yani diğer bir ifade ile düşünmek insanlığın turnusol kağıdıdır da diyebiliriz.

Düşünmek ile görmeyi birleştirdiğimizde düşünmekle ortaya çıkan düşündüren sorular geliyor mu aklına? Mesela; “Gözün gördüğü güzel de göz güzeldir diye hiç düşündün mü? Portakalı yeseydin, kokusunu alsaydın ama görmeseydin? Denizin sesini duysaydın ama o mavilikleri görmeseydin? Ya da bir ağacın gölgesinde serinleyip meyvesini yeseydin ama o ağacı hiç göremeseydin? Yeşil ve maviyi güzel bilseydin ama nasıl bir renk hiç bilmeseydin? Hiç düşündün mü? Hiç görmeyen bir insanın gözleri açıldığında acaba şu renk güzel değilmiş der mi sence hiç düşündün mü? Portakalda ne kadar çirkinmiş der mi acaba hiç düşündün mü? Görmek ne kadar güzel gerçekten bunu düşünüp şükretmedin mi hiç? Gözün gördüğü tüm güzellikleri de ancak ve ancak gözü verenin verebileceğini ve verdiğini hiç oturup düşündün mü?” gibi… Düşünmediysen belki de henüz görmemişsindir…

Unutma: Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır…

Not1: Etrafınızdaki birçok insan düşüncesiz ise ya “düşünce” sizsinizdir ya da düşüncesizsinizdir!

Not2: Etrafınıza gözünüzdeki düşüncesizlik gözlüğü ile bakıp insanları düşüncesizlik ile suçlayamazsınız!

Not3: Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyleri başkasına yapmayın!

Not4: Güzel bakın, güzel görün, güzel düşünün ve güzel yaşayın…

Not5: Takmee kafaneee boşveeee…

Devamı gelecek inşallah…



27 Şubat 2019 Çarşamba

Zıt Zıta Sorular



Bir şeyin en çirkin yanı çok güzel olması olabilir mi?
Ya da çok zor bir şeyin bu kadar kolay olması bu kadar normal olabilir mi?
Peki ya zaman, hem bu kadar hızlı hem bu kadar yavaş olabilir mi?

Bazen en büyük problem problemin olmaması değil midir?
Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu klişesi gerçek değil midir?
Peki ya her şeyin zıttı ile var olması güzel değil midir?

Çirkin’e şükretmektir güzeli güzel yapan.
En zor duygulardır hissetmesi kolay olan.
Zamandır kavuşmayı bu kadar uzak kılan.

Problem senden sana geldiği için problemdir aslında.
Değişim zamanı alışmaktan kurtarmak için vardır aslında.
Peki ya “zıtlık”, bir varlık sebebi değil midir aslında?

Özlemek kavuşmak için,
Duygular yaşamak için,
Göz var görmek için,
Kulak var duymak için,
Akıl var anlamak için,
En güzel çirkin için,
En kolay zor için,
Zaman, bizim için…

26 Aralık 2018 Çarşamba

Neyse Bekliyorum





Ne garip bir dünya; geleni çok, gideni çok. Ve hayat; dünyaya sıkışmış, zamanla kavrulmuş ve yine zamanla sıradanlaşmış bir olay. Her kelimesi, her anı başka bir olay ve olay içindeki olaylar bütünüdür hayat. Fazla betimlemeye de gerek yok esasen. Zamanla sıradanlaştırmak belki de hayatın güzel bir yanıdır kim bilir…

Bu hayat denen olayın içerisinde takıldığım birkaç kelime var ki, üzerinde düşünmekten bıkmıyorum. Bunların başında “zaman” gelir, beni bilen bilir. Diğer bir tanesinde, yine beni bilen bilir, “tesadüf” kelimesidir. Bu zaman gibi bir kelime değildir ama zamanın içine aldığı kelimelerden biridir. Zira, belli bir zamanda belli olayların çakışması durumuna verilmiş kelimenin ta kendisidir tesadüf. Ve ben, tesadüflere inanmam! Çünkü tesadüflere inanırsam hayata inanamam. Bir zaman sormuştum: “Sıradan şeyler içinde tesadüf ile süren hayatın, tesadüfleri tesadüf olamayacak kadar gerçek kılmıyor mu?”.

Hayatın ince bir çizgisi var. Evet, bunu da daha önce yazmıştım çünkü bu inceliği önemsiyorum bu çizgiyi önemsiyorum. Bunu abartı görenler var, olacaktır da olsun da. Bunu abartı görenlere gözlerine açıp kendi hayatlarına bakmaları dışında bir tavsiye veremem. Ölüm ile yaşam arasındaki o incecik çizgiyi görmek zordur belki ama bunu yaşarken görmek önemlidir. Bu inceliği gördüğünüzde yaşamaya verdiğiniz önem artacaktır. Belki de bu yüzden ısrar ediyorum, bu yüzden görmenizi istiyorum bu inceliği. Hatta görmenizi ve yaşamanızı…

Hayatın inceliğini görmek güzeldir, hayatınızın kıymetini ve nedenini daha iyi anlarsınız. Kıymet bilmek ise zor zanaatlardan bir tanesidir. Bazen bu zor zanaat bizi bu inceliği görmekten ve yaşamaktan alıkoymak istiyor ne yazık ki. Bütün inceliklere karşı bir “boşver” demek geliyor içinden. İnceliğin kıymetini bilince bunu demek kolay olmuyor ve ağzınla desen yüreğin kabul etmiyor. Ama bilmiyorum bazı bazı “boşver” demek faydamıza olur mu acaba? “Neyse” diyerek geçip gitmeli mi bazen? Bilen varsa söylesin. Çünkü bende bilmiyorum, “bekliyorum”…

Konuya referans olur mu bilmem ama okuyun derim:

19 Aralık 2018 Çarşamba

İki Adam Bir Hikaye





Çok uzun yıllar önce bir adam yaşarmış. Ne zaman, nerede, nasıl yaşadığı pek bilinmezmiş ama bilenler öyle ya da böyle çok severmiş bu adamı. Severmiş sevmesine de neyini sevdiklerini de pek bilmezlermiş. Çok az insan arkasından konuşurmuş, olumlu ya da olumsuz pek fazla bir şey hissettirmediği için etrafına arkasından çok konuşulmazmış aslında. Varlığı ile yokluğu arasında bir fark varmış elbet ama onun varlığını sadece varlığında yaşayan anlayabilirmiş. Varlığının tadı farklıymış ama bunu da herkes anlayamazmış, çünkü varlığını herkese açmazmış belki de açamazmış. Asimile olmaktan çok korkmuş ve bu korkuyu hayatının sonuna kadar da üzerinde taşımış. Korkmuş çünkü insanlar sevdikleri insanları kendileri gibi iyi görmek isterler oysa o iyi olmak istememiş, tek derdi varmış kötü olmamak. Ama iyi insanlar kötülük yapmamayı o kadar iyi olarak görüyorlarmış ki işte bu yüzden o adam onlara çok iyi geliyormuş. Onu iyi olarak gören insanlardan uzak durmaya karar veren o adam öyle duvarlar örmüş ki iç dünyası ile dış dünyası arasına, o duvarı çok insan geçemez olmuş. Zaten çok geçemedikleri iç dünyasına bir de duvar eklenmiş. Her duvara toslayan o adamı birdenbire kötülemeye başlarmış. Arkasından konuşulmadık laf bırakmazlarmış.

Bazen iyi olmak için kötülük yapmamak yeterliyken, kendine kötülük yapmamak için uğraşmak kötülüğün en büyüğü oluyormuş. Birdenbire değişen dünyada o adamın karşısına iki yol çıkmış; birisi başkalarına kötülük yapmamak için kendini adamak diğeri ise kendine kötülük yapmamak. Birincisini seçersen ondan iyisi olmayacak ama ikincisini seçerse ondan kötüsü olmayacak. Bir karar vermesi gerekmiş ve düşünmeye başlamış. Başkalarına kötülük yapmamak gerçekten güzel bir şey ve evet, “başkalarına asla kötülük yapamam ben” demiş. Varsın yapacağım kötülük kendime olsun demiş ve verdiği karar başkalarına kötülük yapmamak üzere olmuş. Bir müddet böyle yaşamış. Gel diyene gelmiş git diyene gitmiş ve çevresinde hiçbir insanı azıcık dahi olsa kırmamış, kıramamış ve iç dünyasını herkese açmaya başlamış. İç dünyasını açtığında insanların duymuş olduğu hayranlıkla daha da mutlu olmaya başlamış lakin belli bir zaman sonra başkalarının hayranlıkları kıskançlığa ve fesatlığa dönmeye başlamış. Bütün o iyi arkadaşları bir fesatlık tufanına kapılarak onun bütün o iyiliklerini çöpe atarak o hayranlık duydukları insanı kötülemeye başlamışlar. İlk başta yüzüne gülerek yaptıkları fesatlıklarını zaman geçtikçe açıktan yapmaya başlamışlar. Zehirlerini dışarı çıkarmışlar. Hissetmiş uzun zaman önce o zehri aslında ama konduramamış işte iyi insanlara.

Uzun bir süre şoklar içinde yaşamış o adam, kabullenememiş, hazmedememiş kendisine söylenenleri ve yapılanları. “Ne yaptım ben?” demiş. “Nerede yanlış yaptım?”. Günlerini baş ve mide ağrısı ile geçirmeye başlamış ve hasta olmuş. O adamın hastalandığını duyan eski bir dostu -ki bu o adamın iç dünyasını nadiren başka insanlara açtığı dönemde iç dünyasına aldığı özel bir dostu- gelmiş yanına. O adam o eski dostundan da korkmuş. Onunda kendisini kötüleyeceğini ve belki de “oh olsun!” diyeceğini düşünmüş. Yine de hasta ziyaretine gelene içeri gir dememek olmazdı ve içeri buyur etti dostunu. Kısa kısa hastalıkla ilgili muhabbetten sonra eski dostu ona hastalık tamam da asıl sebebini sormuş, “seni bu hale getiren ne?” diye sormuş eski dostu o adama. O adamda başından geçenleri birer birer anlatmaya başlamış ve konu karar aldığı o güne gelmiş. Demiş ki: “başkalarına kötülük yapmamak için kendime kötülük yapmayı göze aldım.”. Eski dostu o hasta adama uzun uzun bakmış ve sormuş, “gerçekleri mi duymak istersin, teselli edilip geçmiş olsun mu duymak istersin?”. Adam arkadaşının tepkisini anlamamış ve istemsizce “nasıl yani?” demiş. Eski dostu onun fark edemediği şeyleri ona söyleyecekmiş ama çok üzülmüş. Dost acı söylermiş ve o da vazifesi olanı o hasta adama söylemek zorunda hissetmiş bütün, o acı sözleri.


Eski dost almış sözü eline ve “Karşına iki yol çıkmış, birincisi başkalarına kötülük yapmamak ikincisi kendine kötülük yapmamak. Sende başkalarına kötülük yapmamak için, yani kendine kötülük yapmak için birinci yolu seçmişsin. Ancak bir şeyi fark etmemişsin; kendine kötülük yapmamak başkalarına kötülük yapmak değildir aksine böyle iyilik yapmak onlara asıl kötülüğü yapmaktır ve sen başkalarının sana dayattığı o kötülüğü gerçekten yaptığını sanarak ve sonrasında da bu saçma sapan o kararı alarak ve bir de bunu kendine dayatıp bunu kanunmuş gibi yaşayarak hiç kimsenin sana veremeyeceği zararı vermişsin zaten. Hoş senin zarar görmeden mutlu olabilecek bütün insanları mutlu ettiğin için sevinmelisin de. Kendini tebrik ve taktir etmelisin. Zira sen senin için iyi olan hiçbir şeyi düşünmemiş, kendine zarar vererek iyi insanları mutlu edebilecek potansiyele sahip kötü bir insansın. Çünkü onlar mutlu olsun diye gördüğün zarar onları mutlu ediyor ve birde arkandan kötü diyebiliyorlar. Merak ediyorum dostum, ölmeden fark edebilecek miydin ne kadar kötü olduğunu?” demiş. Sonra uzun bir sessizlik…

O adamın karşısına tekrar iki yol çıkmış; birisi arkadaşının bir şeyleri görsün diye kendisine bu denli kızmasını ve yaptığı ironiyi anlayıp ona güzel bir teşekkür ederek gerçek dostluğu ve sevgisi için minnettarlık duymak, diğeri gerçekleri yüzüne çarpıp onu hasta hasta bir kez daha üzdüğü için ona bağırıp çağırmak. Başkaları için kendini bu hale sokan o adam sizce ikinci yolu seçer mi? Seçebilir ama seçmesin değil mi? Bence seçmesin. Seçmemişte zaten merak etmeyin. Çünkü o hasta adam şunu biliyormuş ya da öğrenmiş; “bir şeyleri yüzünüze dobra bir şekilde söyleyen insandan size zarar gelmezmiş.”. Birinci yolu seçerek ona sözleri için, gerçek dostluğu ve sevgisi için teşekkür etmiş. Eski dostu o hasta adama sarılmış ve sözü tekrar almış; “İnsan yaşadığı hayatta yanlışlar ve hatalar yapar ve yapmalı, zira insan olmanın şartı bu hata ve yanlışlardır. Geçmiş ve gelecek her hatamız her günahımız için tövbe kapısı açıktır. Yapılan yanlışta ısrar etmemek ve sana bahşedilen bu insanlığa iyi bakmak gerek. Sana verilen bu insanlığa iyi bakmak bencillik değildir, olmayacaktır da. Yanlışa yanlış demek değildir kötü olmak, yanlışa gülmektir asıl yanlış ve kötü olan. Yanlışa gülersen iyi, söylersen kötü olursun. Kötü olandan uzak olduğun için de iyi olursun. İyi olmayanların iyi olduğu bu dünyada sen sana verilmiş insanlığına duyduğun saygıdan ötürü kötü olacaksan ya da kötülük yapmış olacaksan varsın kötülüğün dibini gör. Sen başkaları için değil, kendin ve gerçek sevenlerin ile varsın ve var olacaksın bunu asla ve asla aklından çıkarma. Zira o iç dünyanın güzelliğini yaşayan ve bilen insanlar olarak biz en az senin kadar senin hastalığına üzülürüz. Yaptığın hiçbir hata ve yanlış senin o iç dünyanın güzelliğini bozamaz. O iç dünyanın güzelliğini bozacak bir şey var ise o da oraya herkesi almak olacaktır. Hep iyi insanları aldığını düşünüyor olabilirsin ancak hasta olmanla mutlu olanları, arkandan işler çevirenleri, iyilik adı altında sana yapılmış kasıtlı yanlışları ve yüzüne gülüp arkandan kötüleyebilecek birçok insana da o iç dünyana girmeleri için yeşil ışık yaktığını düşünüyorum. Bu söylediğimi de herkese yeşil ışık yakmışsın ya da herkese kırmızı ışık mı yakmalısın şeklinde anlamanı istemem. Gördüğün gibi ya da aslında göremediğin gibi kötülüğün ile kötü olacak ve iyiliğin ile iyi olacak insan sayısı gerçekten çok az, çünkü iyiler çok fazla, iyilikler çok fazla. Yapılan en ufak şeyi iyilik olarak görüp benimsemek ve iyilik adı altında yapılmış her şeyi de mutlak iyi olarak görmek, kötülüklere gözünü kapamak demektir unutma! Hasta ziyareti için geldik çok laf ettik, geçmiş olsun duymak isterken acı sözümüzü işittin. Kusur ettiysek affola, yolcu yolunda gerek haydi bana müsaade.” demiş ve “Eyvallah” diyerek evden ayrılmış. O adam eski dostunun arkasından uzun süre bakmış ve diliyle ettiği teşekkürden çok daha fazlasını kalbinden etmiş.

Hikâye burada bitmiş ama o hasta adam bir şeylerin farkına varmış ve eski dostunun söylediği şeylere doğru orantılı olarak şu kanıya varmış: “İstemediğin bir söz sana söylediğinde ya da istemediğin bir davranış ile karşılaştığında onlara bu sözü ve davranışı hak etmediğini söylemek onlara karşı yapılmış bir saygısızlık değil, kendine saygı duymaktır. Bazen terslenmesi gereken birini terslememek o kişiye yapılmamış bir saygısızlık değil, kendine saygısızlık yapmaktır. Yapılmış bir yanlışa gülmek, yanlışa onay vermek demektir. Her insanı iyi görmek ve hiçbir kötülüğü onlara konduramamak kötüleri iyi iyileri kötü yapabilir. Bir insan acı laf ediyorsa iyi bak belki de gerçek dostun ya da gerçek sevenin olabilir. Ve son olarak; iç dünyamızı, o muhteşem içi dünyamızı iyi gördüğümüz, iyi saydığımız ya da iyi sandığımız birçok insana açmamalıyız, iç dünyamızı iyi insanlarla kirletmemeliyiz. Bazen bir güzel şey dünyaya bedeldir ya hani, o iç dünyanın güzelliği onun evidir aslında. O eve çok yabancı almamak lazım ve bir misafir geldiğinde de onu misafir odasında ağırlayıp tekrar göndermesini bilmeliyiz.”.

21 Kasım 2018 Çarşamba

Hayret Bir Şey




Güzel bir sabaha daha uyandım. Güzel diyorum zira uyandığımda güzel bir farkındalık ile uyandım; yaşıyorum… Evet, şaka yapmıyorum yaşadığımı fark ettim. Nasıl mı?

Bir sonbahar günü, hava sisli ve puslu, yapraklar dökülmüş, yüzler düşmüş ve aslında bakıldığında dertli bir dünyaya uyandım bugün. Nasıl insanların ruh halleri var sanırım dünyanın da ruh halleri var ve mevsimler de dünyanın ruh halleri oluyor. Hani bir yanım yaprak dökerken diğer yanım bahar bahçe demiş ya Ahmet Abi, işte bundan demiş sanıyorum. Dünyada bizim gibi değişken biraz. Ama onun ruh hali tahmin edilebilir seviyelerde belli bir standartta artık. Henüz insanın ki bu aşamada değil. Hatta tam tersi bile olabilir. Zira dünyamızda küresel ısınma varken insanlarımızda küresel bir soğuma olduğunu düşünüyorum.

Benim sabahım, dünyanın yaprak dökerken benim bahar bahçe olduğum bir sabah oldu. Mutlu açtım gözlerimi ve mutlulukla baktım dertli dünyaya. Hafif bir gülümseme ile teselli etmek istedim, sonra vazgeçtim ve biraz yalnız kalması gerektiğini düşündüm. Sonra insanları düşünmeye başladım; acaba kaç kişi şu an dünya gibi dertli ya da tam tersi benim gibi mutlu? Cevabını bilemeyeceğim sorulardan birisi ama bunu düşünmekten kendimi alamadım.

Sabah uyanır uyanmaz o kadar çok şey düşünmeye başladım ki, güne yorgun girmemek adına kafamı dağıtmaya karar verdim. Kahvaltımı yaparken televizyonu açtım ve malum kahvaltı saatlerinde her kanalda olan kadın programları gözüme ilişti. İstemsizce ne anlattıklarını merak ettim ve bir tanesinde uzun bir süre durdum izledim; tam beş dakika! Hayat hikayelerini anlatan insanları gördüm ve hikayelerine daldım. Baktım ve gördüm ki, hikayeler film gibi, adete bir senaryo gibiler. Anneme sordum, anne gerçekten bunlar senaryo olabilir mi diye ve annemin cevabı o hikayelerin gerçek olduğuna inanan ve inandıran bir cevap oldu. “Neden gerçek olmasın ki?” dedi. Sahi neden olmasındı ki? Şu güzelim dünya neler gördü, neler duydu, neler yaşadı kim bilir?

Başka insanların hikayelerini dinlerken bir yandan da ben kendi hikayemi düşünmeye başladım. Benim hayatım mı çok normaldi onları ki mi? Buna normal olanın benim hayatım olduğu cevabını verdim ancak sonra bir şey fark ettim; ben de bu dünyada yaşayan bir insanım ve benimde bir hikayem var. Her evin, her insanın bir hikayesi olduğu gibi evet, benimde bir hikayem var. Bana özel bir hikâye…

Yazılmış hikâye kitaplarının gerçekliklerini düşünmeye başladım. Kimi gerçek, kimi kurgu ama insanların tamamı gerçek! Yaşanmış gerçek hikayeler belki de bu yüzden kurgulara göre çok daha güzel geliyor bana. O gerçeklik duygusu var ya, işte o bambaşka. Belli insanların hayatlarını konu alan kitaplardaki hayret duygusu ile kurgulardaki hayret duygusu hiçbir zaman aynı olamaz. Olmasın da zaten! Çünkü biri yaşanmış ve gerçek! “Gerçek” gerçekten güzel kelime.

Şöyle bir düşününce bir hikâye kitabındaki hayretin kendi hayatımızda olmadığını fark ediyorum. Hayret edilecek bir şeyin olmamasından bir şikâyet değil bu söylediğim, ki hayret edilecek daha çok ve daha gerçek şeyler var aslında. Lakin biz onları biraz öteliyoruz gibi geliyor bana. Başkalarının hayatında olan olumlu ve olumsuz her şeye hayret edebilen insan, kendi hayatındaki olumsuzluklara ve dahi gerçek güzelliklere hayret edemiyor! Belli yaşanmışlıklarla geldiği için midir bilinmez ama asıl hayret edilmesi gereken şeyin kendimiz olduğunu unutuyoruz çoğu zaman. Evet, insan önce kendine hayret etmeli, varlığına şükretmeli ve yaşadığını fark etmeli…

Ben bugün yaşadığımı fark ederek uyandım. Büyük farkındalıklar ile uyandım. Şükrettim varlığıma ve var olanlara. Hayret ettim kendime ve kendimde olanlara… Belki de bu yüzden sonbaharda çiçekler açtı, bu yüzden bir yanım bahar bahçe oldu. Belki de bu yüzden gerçekler daha gerçek oldu. Ve evet, belki de bu yüzden başkalarının hikayesi değil benim hikayem oldu.

Evet, benim de bir hikayem var. Başka hikayelerden daha çok hayret içeren, daha çok gerçek içeren ve yaşamayı daha gerçek kılan bir hikayem var. Evet, yazılmış bir hikâye olmayabilir, belki yazılacak da bir hikâye olmayabilir lakin, yazılsa da yazılmasa da bu hikâye gerçek ve yaşanan bir hikâye. Yazılan değil, yaşanan bir hikâye! Bu yüzden daha çok hayreti hak ediyor, daha çok şükrü hak ediyor…

Fark et, şükret, hayret et…

3 Kasım 2018 Cumartesi

Haklı ve Haksız



Öyle bir dünya düşünün ki, içerisinde haksız yok!
Hatta bırakın haksız olmayı haklı olmayan yok!
Nitekim o insanların gözünde de ya haklısındır ya
haksız, ortası yok...

Herkes o kadar haklı ki kendinde haksızlığa zerre
miktar yer yok. Ben haklıyım diye öyle kavgalar
edebiliyor ki insan, insan gerçekten hayret ediyor. Artık
insanlar hatasız bir ömür geçiyorlar ve bir çok insan
hayatlarında hiç özür dilemeden ölüp gidiyorlar. Niye
dilesin ki zaten, adam haklı beyler...

Merak ettim ve düşündüm; iki insan haklı olduklarını
iddia ederek birbirleri ile kavga ediyor. Haklarını
öyle canla başla arıyorlar ki, kendilerinden başka
haklı insan yok! Şaşarsınız ki gerçekten ikisi de
haklı! Sonra anladım ki mesele haklı haksız değil,
mesele Hak meselesi!

Haksızlığı hak bilen insanlara hak iddia edemezsin,
hakkını alamazsın, bulamazsın. Çünkü hak, haksızın
hakkı olmuş artık. Nitekim ne kadar haklı olursan
ol, ne kadar hakkın için kavga edersen et, sen yine
haksızsın! Çünkü hakkın sahibi olduğunu sananlar,
Haktan bihaberdirler.

Günlerden bir gün, kendime sordum; dedim ki; Sait
sen ne kadar haklısın? Şöyle bir düşündüm ve baktım
bende haklıyım, hatta o kadar haklıyım ki, her şeyin
en iyisini en doğrusunu ben bilirim ben söylerim ben
yaparım ben ederim. Şaka yapmıyorum gerçekten
öyle! Bu bedende haksızlığa ve hak olmayana yer yok
dedim. Baktım ki göğsüm kabardı ve dedim ki kendime,
gerçekten herkes ben gibi olsaydı dünya ne kadar
güzel olurdu!.. Sonra bir baktım ki herkes aynı şeyi
düşünüyor, herkes tam olarak bu kadar haklı işte. Peki
madem herkes bu denli haklı neden bu kavga neden
bu adaletsizlik? İşte mesele haklı haksız meselesi değil
Hak meselesi derken tam olarak bunu kastettim.

Baktım benim ego haklı olmanın verdiği güven ile tavan
yapmış, dolanıyorum evin içerisinde. Kendimi sevmek
ve taktir etmek üzere aynanın karşısına geçtim. Uzun
uzun haklı olan kendime baktım ve dayanamadım
kendime bir tokat attım! Hak ne diye düşündüm,
düşündüm ve düşündüm. Ve kendimce bir sonuca
vardım. Ve tekrar sordum kendime, Sait gerçekten haklı
mısın dedim ve içimi acıtan cevabı vermek zorunda
kaldım; haklı değildim...

Haklı olmamak o kadar zoruma gitti ki, uzun süre
kendime gelemedim. Haklı olmadığımı itiraf etmek
zordu kendime ama bunu başarmıştım. Peki neden
haksızım diye düşünmeye başlayacaktım ki bu sefer
tokat atan ben olmadım Hak oldu. Hak bana dedi
ki; haklı olmayabilirsin belki ama haksız da değilsin!
Beynimden vurulmuşa döndüm ve bir şeyleri yavaş
yavaş görmeye başladım. Evet, hayatın bir çok
konusunda haklı değildim belki ama haksız da
değildim. Sonra anladım ki, işte bu yüzden bütün
insanlar haklı! Kaçırdığımız şey ise, haksız olmamak
haklı olmak değil, haklı olmamak haksız olmak değil!

Her ne kadar haklı olmadığımı görmek beni üzmüş olsa
da haksız olmadığımı düşündükçe rahatlıyordum. Ben
rahatladım rahatlamasına da insanlara haklı değilsin
demek ne kadar zor, öyle değil mi? Peki neden "haklı
değilsin" demek yerine "haksız değilsin" demiyoruz?
İkiside aynı şey değil mi sonuç itibariyle? Aynı! Ama
fark büyük işte! Bir adama haklı değilsin dersen
kavga edersin, aynı adama haksız değilsin dersen
beş dakikaya kardeşim der ayrılırsın yanından! Oysa
aynı şeyi söylemişsindir!

Demek ki, bir şeyi anlatmak kadar o şeyi nasıl
anlattığında önemlidir!

Güzel bir söz okumuştum; "sorun tek taraflı olsaydı
tartışmalar çok kısa sürerdi." diyordu yazar. Bende
bunun sözlerini değiştirdim kendimce. Çünkü o
cümlede "sorun" ifadesi var bu ifadeyi kimse kabul
etmiyor ya işte sorunda bu ya zaten. İki tarafı da
sorunlu değilde iki tarafı da haklı gördüğünde tartışma
otomatik olarak çözülüyor zaten.

Tabi burada haksızlığı hak kabul etmiş insanları
ayırmak gerek. Onlara Hakkın hatırı için haksız
değilsin denmez. Bırakın onu demeyi hakkın hatırı için
susmak en iyisi olacaktır.

Netice itibariyle, her konuda haklı değiliz ve olamayız
da! Yine klişelerimizden olan empatiyi gerçekten
yapmak gerek. Hakkı, yanlış savunup haksız olmamak
gerek! Bazen bir şeyi de bilmemek gerek! Çok bilen
insan cehaletinden uzak durmak gerek!

 İnsan olduğunu ve hata yapma lüksünün 
olduğunu bilerek yaşamalısın ki, 
sen de çevrende rahat edesiniz. 

Haklı mısın haksız mısın bilmem ama;
insan olduğun için saygıyı hak ettiğini bilmem
gerekiyor...









10 Ekim 2018 Çarşamba

Zaman



“Zaman” ne demek çok merak ediyorum? Dünyanın en bilinmeyen ve bilinmeye en çok ihtiyaç duyulan kavramın zaman olduğunu düşünüyorum. Düşünmekte işin ayrı bir boyutu zaten de her neyse o konuya da girersek hiç çıkamayız. Zamanda kalalım.

Zaman ne diye internetten arama yapıyorum ve karşıma çıkan cevapların içinde “geçen süre” ifadesini görüyorum. Dikkat edin süre zamana bağlı bir kavram ve içerisinde geçmekte olan şey yani bağıl bir kelime var. Hiç insan görmemiş birine bir insan eli göstererek, insanı tamamen anlamasını beklemek gibi oluyor bu. Birine dedim ama o da aslında insan değil mesela öylesine birisi, bilinmeyen birisi. Neden böyle saçma sapan bir örnek verdiğimi ve şimdi bunun içinden nasıl çıkacağımı merakla beklediğinizi sanıyorum. Merak etmeyin, içinden çıkabilseydim zaten şu an bu yazıyı yazıyor olmazdım; belki de olmak istediğim yerlerde geziyor olurdum.

Hiç hayatınızda sayıların olmadığı düşündünüz mü? 1 yok 2 yok 144 yok… Sayı ile ifade edeceğiniz bir cümleyi, bir kelimeyi nasıl anlatacaktınız? Hadi diyelim ki üçü beşi anlattın bini, milyonu nasıl anlatacaktın? Şimdi bu yazıyı okumaya ara verip beş dakika bunu düşünmeniz gerekiyor aslında…

Dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama beş dedim, hem de dakika ile dedim. Neyse dakika konusu bir kenarda dursun sayılara devam edelim. Eğer gerçekten beş dakika düşündüyseniz sayıların bizim için ne kadar önemli olduğunu anlamışsınızdır. Hatta belki demişsinizdir ki, sayılar o ana kadar bulunmadıysa bile bir şekilde o andan sonra bulunacaktır. “Beş demezdik belki “bek” derdik ama o beşi ifade eden bir kelime bulurduk.” demişsinizdir belki de. Kısaca sayıların olmadığı bir hayatı düşüne bildiğinizi pek sanmıyorum. Sanmıyorum diyorum ama bunu kendim yapamadığım için diyorum. Tırnak içerisinde yazdıklarım da kendi cevaplarım aslında. Bu yazı bir eleştiri ise bu kendimi eleştirmektir, yanlış anlamayın…

Gelelim dakikaya, asıl konumuz olan zamana… Ne bu zaman, neden bu zaman, ya kim bu zaman???
Tek tek cevaplamalı mı acaba?

Zaman, insanları doğuran, büyüten ve öldüren fani bir kavram. Fani diyorum zira fani demekte istemiyorum “zaman yok” demek istiyorum ama şimdilik bu da iş görür. Çünkü gün gelecek o zamanın olmadığını anlayacağız. Yine gün gelecek dedim mesela! Çünkü şu an zamanla yoğrulmuşuz. Sayıların olmadığı bir hayatı nasıl düşünemiyorsam, zamanın olmadığı bir şeyi de düşünemiyorum. Ama dediğimde ciddiyim. Gün gelecek ve hayatın film şeridi gibi gözünün önünden geçmeyecek, çünkü o şeritte zamanın şeridi; ama sana ne olacağını da söyleyeyim. İzlediğin güzel filmi düşün, muhtemelen 2 saat civarındadır yani bir zaman içerir ve sen o zaman içerisinde o filmi izlersin. Aradan birkaç gün geçer ve bir arkadaşına o filmi anlatırsın, anlatırsın ama onu iki saat anlatmazsın. Çünkü o iki saatlik film artık zamandan çıkmış ve senin aklında bir nokta an gibi olmuştur. Bu durumda o film, normalde 2 saat bile olsa bittikten sonra bir nokta andır. İşte senin hayatın da böyle olacak! Film şeridi gibi geçmeyecek gözlerinin önünden, o koskoca hayatın bir an olup gelecek gözlerinin önüne. İşte o zaman ne olacak bu zamana arkadaş? Neden her yerimiz zaman? Yok mu bu zamanın çaresi? Uzayda var diyorlar aslında ama oraya mı gitsek acaba? Bu yazının sonu iki ucu güzel değneğe çıkıyor anladım ben…

Zaman, sevmiyorum seni! Keşke olmasaydın diyorum bazen. Lütfen bu sefer düşünün ve bu sefer zaman falan da yok istediğiniz kadar istediğiniz gibi düşünün: zaman olmadan yaşadığınızı…

Sizi bilmem ama ben yazmayı bıraktım ve düşündüm. Yine ne düşündüğümü yazacağım ama eğer sizde düşündüyseniz cevapları kıyaslayınız. Evet, zaman yok; bir yerden bir yere gitmek için gereken zaman yok, birini beklemen gereken zaman yok, bir şeyi öğrenmek için gereken zaman yok, üzülecek zaman yok, tanımak için gerekli zaman yok, sevdiklerine ulaşmak için gereken zaman yok… Yok oğlu yok işte, ama ne yazık ki şu an her şeyin içinde de var! Kim demiş acaba zaman her şeyin ilacı diye? Ne oluyorsa zamandan oluyor bence ama bir zehrin panzehiri de kendisidir ya, o hesap mı acaba?

Zamanın birim olarak formüllerde kullanıldığını biliyorsunuzdur; yol bölü zaman ortalama hızı verir mesela ve ben hızdan nefret ediyorum galiba. Çünkü içinde zaman var ve bu zaman araya mesafeler koyuyor. 

 

   Evet, formül bu…


Burada yol, insanların istemeden aralarında koydukları fiziksel mesafedir ve hız denen şeyde bu yolu yok etmek için üretilen bir terimdir. Zamanda, insanları kavuşturmak için hayatın nazlanma şeklidir işte. Bu formülde nazlanma miktarı sıfıra yaklaştıkça hız artar ve birim zamanda bulunabileceğin yer miktarı artar...

Benden bu kadar. Var ise devamı o da sizden gelsin bence...

Ah be zaman ah…